Mesnevî

Padişahın Oğulları

Padişahın Oğulları

Padişahın Oğulları

Bir padişahın üç oğlu vardı. Her biri görgülü, anlayışlı ve zekiydi. Cömertlikte, cesarette, şeref ve haysiyetlerine düşkünlükte hiç birbirlerinden aşağı kalır yanı yoktu.

Şehzadeler üç mum gibi padişahın gözünün ışığı idiler. Bir gün babalarının huzuruna çıktılar. Ülkenin idari ve ekonomik durumunu yakından görmek için izin istediler. Babaları izin verdi. Helallik alıp vedalaşacakları zaman padişah onlara,

Gönlünüz nereye gitmek istiyorsa, oraya gidin. Hangi şehri veya kaleyi denetlemek istiyorsanız orayı denetleyin. Yalnız Hoşrüba (akıl kapan) kalesine gitmeyin. Çünkü o kale , keder ve belâ kalesidir. Tehlikelerle doludur. Her tarafı güzel resimlerle süslü bu kale, sizi aldatmasın. Sakın ola, o kaleye girip resimlerine bakmayın. Arzularınızın yolunuzu kesmesine izin vermeyin. Sözümü dinlemez iseniz, ebedî olarak kurtulamayacağınız bir belaya düşersiniz” dedi. Şehzadeler,

Emrettiğin gibi hareket ederiz babacığım. Buyruğundan dışarı çıkmak bize uygun düşmez” diyerek yola koyuldular.

Şehzadeler, babalarının nasihatini yerine getirmek konusunda kendilerine çok güveniyorlardı. Ondan dolayı inşaallah demeyi unuttular. Allah’ın yardımını dilemediler.

Uzun bir zaman ülkeyi dolaşan şehzadelerin gönlüne, yasaklanan kaleye gitmek arzusu düştü. Çünkü insanın yaratılışında, yasaklanan şeye karşı bir meyil vardır. Hz. Âdem ile Havva da yasaklanan meyveyi yediklerinden dolayı yeryüzüne gönderilmedi mı?

Şehzadeler ülkenin ücra bir köşesinde unutulmuş bu kaleye, belki de hiç uğramayacaklardı. Babalarının oraya gitmeyi yasaklaması, gönüllerini o tarafa çekti.

O kalenin, denize ve karaya açılan beşer kapısı vardı. Binlerce güzel resim arasında hayran dolaşan şehzadeler, çok güzel bir kızın resmini gördüler. Gördükleri bu resim onların gönüllerine aşk ateşini saldı. Güzel kızın sevdası gönüllerine mızrak gibi saplandı. Seyrettikçe iştiyakları arttı.

Baba nasihatini dinlemediklerinden dolayı bin pişman oldular. Babalarının onları aşk belasından korumak için kaleye gitmeyi yasakladığını anladılar, fakat iş işten geçmişti.

Bu dünya güzeli kız resminin, kime ait olduğunu araştırmaya koyuldular. Uzunca bir uğraştan sonra gönül gözü açık bir şeyh, resmin sırrını onlara açıkladı. Şeyh,

Ülker yıldızının bile kıskandığı bu kız, Çin padişahının kızıdır. Çok özel bir şekilde korunmaktadır. Bulunduğu yerin üzerinde kuşların bile uçmasına izin verilmez” dedi.

Aşık ve dertli üç şehzade, baş başa verip ne yapmaları gerektiğini konuştular. Hepsinin düşüncesi, sevdası, derdi aynıydı.

Aşk belasına karşı şikayet etmemeyi, az ağlamayı, çokça sabretmeyi kararlaştırıp Çin ülkesine doğru yola koyuldular. Annelerini ve babalarını bırakıp, ileride padişah olup tahta oturacakları ülkeyi terkettiler. Aşkları uğruna her şeyi geride bırakarak, gizli sevgiliye yöneldiler.

Sabrı kılavuz yaparak, bir müddet Çin ülkesinde dolaşan şehzadelerin en büyüğü,
“Kardeşlerim, sevgiliden ayrı kalmak derdi, beni öldürecek. Artık sabrım kalmadı, gücüm tükendi. Canım boğazıma geldi. Sevgiliye kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşmaktayım” dedi.

Kardeşleri ağabeylerine masal anlatır gibi nasihat ettiler:

“Ağabey, kendine gel. Bizim yaramıza da tuz basma. Tehlikeleri hesap etmeden hareket etme. Kanatları çıkmayan kuş gibi, yuvadan uçmaya kalkışma. Silahsız muharebeye girmekten vazgeç. Hiç olmazsa tecrübe sahibi bir şeyhle görüş. Onun tedbirini kendine rehber yap. İnsanda akıl yoksa, bir başkasının aklını rehber edinmesi gerekir. İnsan için akıl, kol ve kanat gibidir.”

Kardeşleri, ağabeylerini kararından döndürmek için daha birçok söz söylediler. Tekrar tekrar öğüt verdiler. Fakat o verilen öğütlere kulak asmadı. Büyük şeyhzade,

“Bu sözleriniz benim size nefretimi arttırıyor. Siz göğsümün mangal gibi ateşle dolu olduğunu bilmez misiniz? Sabrın yerine aşk geldi. Gönlümü yaktı, tutuşturdu. Ya başımı alırlar ya da gönül verdiğim sevgilimin yüzünü görürüm” dedi.

İki kardeş,

Ağabey! Biz, bize göre doğru olanı yapıyoruz. Seni ikaz etmezsek, görevimizi yapmamış oluruz. Seni uyarmak için söylediklerimizi niçin kırılırsın? Ne yapacağımızı bilemiyoruz” dediler.

Onlar böyle konuşurken, büyük şeyhzade yerinden fırladı ve,

Allah’a ısmarladık” diyerek yanlarından ayrıldı. Aşk derdiyle kendinden geçmiş, mest bir halde Çin padişahının sarayına vardı. Vakit geçirmeden padişahın huzuruna çıktı, yeri öptü.

Üç şehzadenin durumunu, başından sonuna kadar Çin padişahı biliyordu. Yine de görevli memurlar, vazifeleri gereği padişaha büyük şeyhzade hakkında bilgi verdi:

Padişahım! Huzurunuzdaki bu şehzade, sizi büyük padişah olarak kabul etmiş. Yaralı gönlüyle size sığınmaya gelmiştir. Sizin ihsanınıza, lutfunuza layıktır.” Padişah,

Bu delikanlı hangi makamı, hangi mülkü, hangi beldeyi isterse ona verin. Terkedip geldiği mülkün yirmi mislini, hatta daha fazlasını kendisine bağışlıyorum” diyerek huzuruna kabul etmedi. Görevli memur,

Efendim! Şehzade padişahlığı da, malı da, mülkü de terkederek size gelmiş. Gönlündeki tek arzusu, sizin kulunuz köleniz olmaktır.

Padişahım! Bu şehzade, aşk ülkesinin valisidir. Onu azat ederek, işinden ayırmayınız. Aşkından başka bir şeyle onu meşgul etmeyiniz. Her ne kadar bedeni zayıf, kabiliyeti az olsa da, padişahımızın lutfu ve keremi onun eksiklerini giderir” dedi.

Padişah, seyhzadeyi kabul etti. İkramlarda bulundu. Padişahın ihsanları, şehzadelerin gamını, kederini ortadan kaldırdı. Üzüntülerini giderdi.

Şehzade de, güneşin karşısında eriyen bir ay gibi eridi, benliğinden kurtuldu. Kötü huylarından arındı. Kemâlâtı arttı, gelişti, tazelendi. Gönlünü sevgi ile tutuşturdu. Aşkı uğruna kendini feda etmeye her an hazır bir durumda, padişahın huzurunda uzun zaman kaldı. Fakat aşk hastalığını gideremedi. Vuslata yol bulamadı. Bir zaman dişlerini sıkarak sabretti. Artık sabredecek gücü kalmadı. Muradına eremeden, ömrü sona erdi. Sevgilinin yüzünü hiç görmedi. Fakat ruhu hakiki sevgiliye kavuştu.

Büyük şehzadenin cenazesine, yalnızca ortanca şehzade gelebildi. O sıra küçük şehzade hastaydı. Çin padişahı onu görünce tanımamış gibi,

Bu da kimdir?” diye görevli memura sordu. Memur da,

Bu vefat edenin kardeşidir” dedi. Padişah,

Sen bize, ağabeyinin hatırasısın” gibi, gönül alıcı sözlerle iltifatta bulundu.

Padişahın, ruhu harekete geçiren okşayıcı sözleri, ortanca şehzadeyi adeta yeniden diriltti.

Ayrılık ateşiyle ıstırap çeken şehzadenin gönlünde mânevî bir feyiz patlaması oldu. Bir sûfînin yüzlerce çile çıkarmakla elde edemeyeceği halleri elde etti. Yüz binlerce sırra vakıf oldu. Kitaplarda âhiret ile ilgili okuduğu birçok hali, apaçık yaşadı.

Padişahla şehzade arasında, görülemeyen mânevî bir alışveriş vardı. Şehzadenin gönlüne, padişahın gönlünden gelen feyizler yağıyordu. O feyizler sayesinde, şehzadenin keşfi açılmıştı.

Şehzade padişahın himmetine teşekkür edeceğine, yapılan iltifata, gösterilen yakınlığa karşı duygusuz kaldı. Zamanla bu aldırmazlık duygusu azgınlığa ve küstahlığa dönüştü. Şehzade kendi kendine, “Ben de bir şehzade değil miyim? Ben de padişah sayılırım. Neden bu padişahın emrine girip boyun eğdim?” diyordu.

Mânasız, yersiz düşüncelere kapılan şehzadenin bu nankörlüğü, padişaha ilham yoluyla malûm oldu. Şehzadenin mânevî hayatı bitti. Gönlü gamla, kederle doldu. Hatasını anlayıp tövbe etti. İmanını kaybetme korkusuyla Hakk’a iltica etti. Ağlayarak niyazlarda bulundu. Bir sene sonra da vefat etti.

Üç şehzadenin en kabiliyetlisi küçük sehzadeydi. Bela ve musibetlere karşı sabrı elden bırakmadı. Nefsin hilelerine karşı dikkatli davrandı. İstikametten ayrılmadı. Ölmeden önce, ölmenin sırrına erdi, dosta ulaştı. Sonunda padişahın kızını da Çin ülkesinin padişahlığını elde etti.


Padişahın Oğulları Kıssası

Mesnevî’den Hikâyeler,
Mesnevî-i Şerif Cilt 6
Hz. Mevlâna (k.s)

Bir Yorum Yaz